ZAMBAK ÇİÇEĞİ

ZAMBAK ÇİÇEĞİ

Oldum olası çiçekleri severim. Köydeki evimizin önünde, abimin, benim ve Mahmut’un ayrı ayrı çiçekliğimiz vardı. Türkan küçük o tarihler. Güllerin haricinde karanfil, yıldız çiçekleri, Nergiz, Karagöz gibi çiçeklerimiz vardı. bazı yıllar boyumuzdan büyük sarı ay çiçeklerimiz de olurdu. Komşu arkadaşlarımızın da çiçeklikleri vardı ve ara sıra küçük çiçek hırsızlıkları da yaşanırdı.

Ormanda, dere boylarında nadiren bulduğumuz zambak çiçeklerini de dikkatlice söker, getirip çiçekliğimize dikerdik, ki çok değerli bir çiçekti bizim için. …

Adil abi, Hasan abi, Sami, Bahtiyar abim ve ben, bizim değirmen yanındaki “kışla” dediğimiz fındık bahçemizden geçen yol üzerinden Aytepesi’ne doğru gidiyoruz. Tam olarak nereye, ne için gittiğimizi hatırlamıyorum. Kışladan geçtikten bir süre sonra, yoldan ayrılıp, Keçi Kayası’nın ilerisindeki kayalıklara doğru çıkmaya başladık. Kayalıklara vardığımızda abilerimiz Sami ile beni daha yukarı götürmek istemediler. Belki de oraya kadar bile istemeden götürmüşlerdi. “Siz burada bizim dönüşümüzü bekleyin” deyip gittiler. Sami ile isteksizce kaldık ormanın içinde, kayalığın dibinde. Sağımızda solumuzda 10-15 metre yükseklikte yekpare kayalıklar var.

Etrafımıza bakınırken, sol tarafımızdaki kayanın tam orta yerinde bir zambak çiçeği gördük. Sapsarı çiçek açmış, bir güzel ki içimiz gitti. Zambağı oradan almamız, götürüp çiçekliğimize dikmemiz lazım. Aşağıdan kayayı inceliyoruz. Tepeye yakın bir yerde, enlemesine bir girinti var. Zambak da girintinin ortasında. Aşağıdan çıkmamız mümkün değil. Girintiye ulaşmanın en kolay yolu, kayanın üst tarafından dolaşıp, girintinin sol başlangıcına inmek.

Yavaş yavaş iniyoruz. Dallara tutuna tutuna dikkatlice inerken “Sen kendine dikkat et, benden korkma.” diye cesaret veriyoruz birbirimize. Önden ben gidiyorum. Zambağı kim alırsa onun olacak doğal olarak. İlk şansı ben kullanayım istiyorum herhalde. Ayaklarımızda kara lastikler var. Kayanın yüzeyi nemli, her an kayıp 7-8 metre aşağı yuvarlanmak var. Hem korkuyoruz hem de dikkatli bir şekilde iniyoruz. Girintinin hemen üstünde çalılık var, dallardan tutunarak indik girintinin başlangıcına.

Bulunduğumuz yer ile zambak arasında 3-4 metre mesafe var. Kaya nemli, yer yer yosunlu. Girinti çok dar, yürümek mümkün değil, tutunacak hiçbir şey yok, yani benim gözüm kesmedi. Sami “Ben giderim.” dedi. “Gidemezsin, çok tehlikeli.” dedimse de, dinlemedi. Yüzünü kayaya döndü, iki elini yukarı, kayanın yüzeyine doğru uzattı, vücudunu, girintinin üst çıkıntısına uydurmak için hafif kamburlaştırdı, ayaklarını yan yana sürükleye sürükleye gidip zambağın gövdesinden tutup çekti. Kökü ve toprağı ile söktüğü zambak elinde, yine aynı şekilde, yavaş yavaş geri geldi. Tüm bu Zambak çiçeğinin sökülüp getirildiği süre içinde, ikimiz de, dua eder gibi “Sen benden korkma, kendine dikkat et.” diye tekrarladık aralıksız.

Benim imkansız gördüğüm işi Sami ne kadar kolay başarmıştı. Hiç kıskandığımı hatırlamıyorum, en az Sami kadar ben de mutluydum.

Artık, geldiğimiz yoldan geri dönme zamanı. Önce ben hamle yaptım. Girintinin hemen üstündeki çalılardan birini tutup, kendimi yukarı çekmek için asıldığım anda, çalı koptu ve ben dikkatsizce yaptığım hamle neticesi, dal parçası elimde, tahminen 7-8 metre, yüzükoyun kayadan aşağı kaydım. Şükrediyorum ki, ayağım çıkıntılara takılmadı, tepe taklak yuvarlanmadım, yoksa çok daha ağır bir sonuç olurdu.

Kayıp aşağı indiğimde, önce bir sevinç ya da mutluluk gibi bir duygu içinde olduğumu çok net hatırlıyorum. Ölmemiştim. Herhalde, kaydığım o bir kaç saniye içinde “Ölüyorum, ölümden başka bir kurtuluş yok.” duygusuna teslim olmuşum ki, ölmediğimi fark edince mutlu olmuştum.

Kayanın dibi dikenlerle dolu. Ayaklarım dikenlerin arasına öyle girmiş ki çekip alamıyorum. Yani çıkamıyorum bulunduğum yerden. Sami de yukarıdan korku ve şaşkınlıkla bana bakıyor. Sonra ikimizde çığlık çığlığa abimleri çağırıyoruz. Nasıl feryat figan bağırdıksa, sesimizi duymuşlar. Çok geçmeden geldiler, beni kayanın dibinden, Sami’yi de korkudan kıpırdayamadığı girintiden çıkardılar.

Beni uygun bir yere getirdiler. Hasar tespiti için elbiselerimi çıkardılar ki, göğsümden aşağı dizlerime kadar her yerim kızarmış, yer yer kanamış. Yapacak bir şey yok. Yola koyulduk. Yürüyebiliyorum allahtan.

Beni de abimi de bir korku sardı, evde anneme ne diyeceğiz. Kayadan uçtum dersem, annem hem bana kızacak, hem bizi yalnız bıraktıkları için abime kızacak. Hep birlikte bir plan yaptı abimler. Plan gereğince, bizim kışlaya yaklaştığımızda ben, köyden duyulacak şekilde yüksek sesle ağlamaya, çığlık atmaya başladım. Evde annem ne olduğunu sorunca, ben “Yolda koşarken ayağım kaydı, düştüm.” diyecektim, abim de onaylayacaktı. Hatta gerekirse Adil abi, Hasan abi ve Sami de yalancı şahitlik yapacaklardı.

Annem hiç fark etmedi yaralarımı, dolayısıyla da hiçbir şey sormadı. Hatta yatarken dizlerimdeki, karnımdaki yaraları, morlukları görmüş olmalıydı ama hiç ilgilenmedi. Belki abimle konuşmuştu ama benim haberim olmadı. Annem niye yaralarımı sormuyor diye içerlediğimi de hatırlıyorum.

Yıllar sonra bu konuda çok şeyi hatırladığım halde, o zambak ne oldu onu hiç hatırlamıyorum. Belki Sami hatırlar, ilk fırsatta soracağım. (Sordum, o da hatırlamıyor. Benim hatırlamadığımı o nasıl hatırlasın.)