BÜYÜK İFTİRA - OKULDAN KAÇTIM
BÜYÜK İFTİRA - OKULDAN KAÇTIM¶
“Ben Beyhan’ı seviyom demişsin.”
Bir an beynimden vurulmuşa döndüm. Elim ayağım titredi. Dilim damağım kurudu. Aval aval bakıyorum Fahri’nin yüzüne. Azıcık ayılınca inledim adeta;
“Vallaha da ben öyle bişey demedim billaha da.”.
Bu yemini 55 yıl önce etmiştim, aha da gene ediyorum.
“Vallaha da ben öyle bişey demedim, billaha da.”
Demedim yaa. 8-9 yaşlarında bir çocuğum daha. Bu büyük bir iftira ama kime ne anlatayım, nasıl anlatayım.
1965’in bahar ayları, Mayıs ya da Haziran başları. Kilisenin altındaki Demircinin evinde, ilkokul 3. sınıftayım. Çıtlaklar mahallesine yapılmakta olan yeni köy okulumuzun inşaatı devam ediyor. Kısmetse seneye yeni okulumuzda okuyacağız. Şimdilik Demircinin evi dedikleri bu 2 oda, 1 hayatlı eski bina, bizim hiç de yabancılamadığımız, sıcacık okulumuz. Hiç de şikayetimiz yok küçükler olarak. Büyükleri bilemem.
Öğlen paydosunda, okulumuzun önündeki düzlükte, el kapmaca (belki de yel kapmaca, unutmuşum) oynuyoruz. Karşı takımın önde gidenini bizim adamımız, bizim adamımızı onların ikinci adamı, onu bizim ikinci adamımız kovalayıp yakalamaya çalışıyor. Yakalayıp dokununca da “vurduuummm” diye bağırıyoruz ve oyunu kazanıyoruz.
Sıradayım ve karşı takımdaki oyuncuya kitlenmişim, o bizim arkadaşımızı vurmak için fırlarsa, ben de onu vurmak için fırlayacağım. Bütün dikkatim karşı rakipte. Anlık bir şey oldu. Gülin ile Beyhan (bu arada Beyhan kardeşim çok genç yaşta vefat etmiş. Çok üzüldüm gerçekten. Allah gani gani rahmet eylesin, mekanını cennet eylesin inşallah) az önümüzden geçiyor, geçerlerken de Gülin beni işaret ederek, “Aha bu bu” diyor.
Bir şey anlamıyorum. Zaten aklım oyunda, rakibimin arkasından fırlıyorum. Bir süre sonra, kim kimi vurdu, oyunu kim kazandı bilemiyorum, önemi de yok zaten, kan ter içinde okulun önüne geliyorum. Fahri Çapan geliyor yanıma “Oğlum sen nerdesin? Öğretmen seni öldürecek.” diyor. “Niye, n’olmuş?” “Sen Beyhan’ı seviyorum demişsin.” Aklım başımdan gidiyor, “Vallaha da ben öyle bişey demedim, billaha da.” “Ben bilmem,” diyor Fahri, “öğretmen seni öldürecek.”
Korkudan titremeye başlıyorum. Yav ben öyle bir şey demedim ki, hem neden diyeyim, öyle bir şey yok ki. Dünya başıma yıkılıyor sanki. Ne yapacağımı şaşırıyorum. Ağlamaya başlıyorum. Bir süre şaşkın çaresiz kalıyorum öyle. Sonra, aklıma gelen ilk şey “kaçmak”. Başka çare yok. Zaten başka bir şey düşünecek akıl da yok.
“Ben gidiyorum.” diyorum Fahri’ye ve fırlıyorum okulun bahçesinden, Karaali’lerin evine kadar koşuyorum. Ama bu kez de içimde okuldan kaçmanın korkusu büyüyor. Yavaşlıyorum. Karaali’lerin (Hayati abilerin) evinin biraz ilerisinde yol kenarına oturuyorum. Ne okula dönmeye cesaretim var, ne de daha ileri gitmeye. Ağlıyorum. Çaresizlik, suçluluk duygusu içindeyim. Öğretmenimiz Edirneli Mehmet Taner, sert bir öğretmen. Gerçi beni sever ama suçum büyük. Öğretmenden korkuyorum. Büyükler! Ya büyükler duyarsa, kıyamet kopar. Beyhan’ın babası köyümüzün muhtarı Sadullah abi, bir de abisi var Orhan abi. Ya duyarlarsa, bugünün üç buçuğu, o an bende kaç buçuk düşünün artık. Şimdi düşünüyorum da muhtar abi duysaydı ne olurdu? Ne olacak “Hahaha, büyüdün de aşık mı oldun len” der, güler geçerdi herhalde. Abisi Orhan abi de “Bırakın gevezeliği, dersinize bakın” derdi ne diyecek.
Oturmuşum yolun kenarındaki taşın üstüne, burnumu çeke çeke ağlıyorum. Yav ben öyle bir şey demedim ki. 9-10 yaşlarında çocuğum. Ne anlarım aşktan sevgiden. O yaşlarda bizim çapkınlığımız Akşamun Sami, Mollun Halil, Tonyalının Abdullah’la, karşımızdaki tarihi İpek Yolu’ndan geçen kamyon şöförlerinin kızlarını paylaşmak. “1. geçecek şoförün kızı benim” “2. ninki benim” Hele bir de taksi geçerse. Taksi şoförünün kızı ne demek?
Ne kadar oturdum orada bilmiyorum. Bir süre sonra Tevfik Usta koşa koşa geldi, “Öğretmen seni çağırıyor, bir şey yapmayacakmış, korkmasın gelsin.” dedi diyerek beni okula götürmek istedi. “Yok, ben gelmiyorum.” dedim. Haklıyım çünkü. Suçum yok ki benim. Tevfik ısrar ediyor ama öğretmenin yolladığı mesajlar bana yumuşak gelmiş olmalı ki “Öğretmen bana bir şey söyleyecekse kendisi buraya gelsin.” deyip kestirip attım. O cesareti nereden bulduysam artık. Tevfik çaresiz kalktı, okula döndü. Çok haklıyım ve haklı olarak da öğretmenin gelip gönlümü almasını bekliyorum. Biraz sonra bu sefer Tevfik’in abisi Mahmut geldi. Öğretmen “Çabuk gelsin okula yoksa bacaklarını kırarım.” demiş. Severdim öğretmenimi. İkna oldum çabucak. Hiç kırar mıyım, bekletir miyim öğretmenimi? Mahmut’la birlikte okula döndük.
Bizim sınıf evin hemen girişindeki hayatta idi. Ders başlamıştı. Dersimiz Yurttaşlık Bilgisi. Öğretmen bana geç otur işareti yaptı. Oturdum. Başım önümde. Ders sırasında bana da bir soru sordu “Bilmiyorum.” dedim. “Suçun iki oldu biliyor musun?” dedi. Ses çıkaramadım. Korkudan dizlerim titriyor. Çok korkuyorum. Ders bitti. Herkes dışarı çıktı. Ben sıramda oturuyorum. Öğretmen çağırtmış, Gülin ile Beyhan bana kötü kötü bakarak içeri girdiler. Ben sıramı bekliyorum. Az sonra çıktılar, önümden geçerken Gülin, “Göreceksin sen” dedi. İçimdeki korkuyu katlayıp çıktılar.
Sonra, öğretmen, Fahri Çapan’ı çağırdı. Bir süre sonra içerden çıkan Fahri, “Korkma, öğretmen sana bir şey yapmayacak.” dedi ama ben titriyorum korkudan. Bekledim, bekledim ama öğretmen beni çağırmadı. Ne o gün ne de daha sonra bu konuda tek bir kelime etmedi sevgili öğretmenim, imasını bile yapmadı.
Peki bu iftirayı kim atmıştı. Kesin bir şey bilmiyorum ama günahı boynuna Fahri Çapan’ın başının altından çıktığını söyleyen olmuştu. Ama Fahri de yemin billah etmişti ben söylemedim diye.
Bana o iftirayı kim attı, o korkuyu kim yaşattı ise Allah’ından bulsun diyorum, ne diyeyim başka…