İSTİHAREYE YATMAK
İSTİHAREYE YATMAK¶
Cehalet hurafeleri besler, hurafeler de cehaleti. Ne yazık ki bunlar, yüzyıllardır bu topraklarda özellikle beslenmiş ve kullanılmışlardır. Her ikisi de gelişmeye, çağdaşlığa, aydınlanmaya engeldir ve toplumumuzun, mutlaka bertaraf edilmesi gereken en önemli sorunlarındandır.
Bugün, ne yazık ki, bu ülkede “Ben cahil ve eğitimsiz halkın ferasetine inanıyorum.” diyen profesörler var. “Eğitim seviyesi yükseldikçe beni afakanlar basıyor.” diyen ve itibar gören profesörler var. Cehalet büyük tehlike; ülkemizin geleceği için büyük tehdittir.
Yüzyıllardır içimizde yaşayan hurafeler ve batıl inançlar da kaynağını cehaletten alır. Bu hurafeler ve batıl inançlar da, kuşaktan kuşağa disiplin, baskı ve hükmetme yöntemleri olarak kullanılmışlardır. …
Bizim çocukluğumuz ecinni hikayeleri ile geçti. Köyün bazı yerlerinde geceleri ecinniler ıslıklar çalar, oralardan geçenlere taş atarlar(mış)dı.
60’lı yıllar, köyde elektrik yok. Evlerde duvara asılı gaz lambaları ya da finnuri dediğimiz idare lambaları ışığında oturulurdu. Derslerimizi yere kurduğumuz sofranın üzerinde (çünkü o tarihlerde bizim köyler masa ile henüz tanışmamıştı), gaz lambasının ışığında yapmaya çalışırdık. Komşudan komşuya, ucuna bez bağlanmış sopaların bezleri gaza batırılır, yakılır ve onun ışığında gidip gelinirdi. Bazı komşuların büyük, askılı ve de havalı “Lüks” dediğimiz lambaları vardı ki, gerçekten köyümüz için lükstü.
Özellikle geceleri evlerde yapılan fındık ayıklama ya da mısır soyma mecilerinde (imeceye bizde meci denirdi) yaşlı teyzeler, amcalar başlarından geçen(!) ecinni hikayelerini, geceleri mezarlıklardan geçerken duydukları(!) garip sesleri anlatırlardı. Biz çocuklar da korku içinde dinlerdik bu hikayeleri. Böyle gecelerde korkudan uyuyamaz, tuvalete bile gidemezdik.
Rahmetli İsmet amcamın da, çocukluğunda başından geçen böyle bir hikaye anlattığını duydum. Amcamın çocukluğunda, yaşadıkları dedemlerin evinin karşısında, Aliustanın Hilmi’nin tarlasının alt kıyısında bir mezar varmış. Bir akşam evin önünde tek başına oturan İsmet amcamın yanına tanımadığı yaşlı, ak sakallı bir adam gelmiş. “Oğlum,” demiş, “ben şu karşıki mezarda yatıyorum, sizin tavuklarınız benim mezarımın üstüne gelip eşiniyorlar, rahatsız oluyorum. Babanlara söyle tavukları oraya salmasınlar.” demiş ve gitmiş. Yıllar sonra, 70’li yaşlarındaki amcama sordum bu olayı “Valla bilmiyorum ki öyle bir şey oldu mu olmadı mı?” deyip geçiştirdi. Ben de ısrar etmedim. Belki anlatmak istemedi.
Batıl inançlarım yoktur. Akla mantığa sığmayan hurafelere inanmam ama nedense böyle birebir anlatılan hikayelerden etkilenirim.
Benim de başımdan geçti böyle bir olay ama benimki daha gerçekçi daha olabilir türünden.
96 veya 97 yılı yaz ayları. Ağaç-iş sendikası İstanbul Şube başkanıyım. İstanbul, Kartal’daki şubede yalnızım. Saat öğleden sonra 3-4 sıraları, kapının zili çaldı. Kalktım masamdan, gittim kapıyı açtım, karşımda 35 yaşlarında, kafasında beyaz hoca başlığı, üstünde kahverengi tonlarında pardesüsü ile bir cami hocası kılıklı adam. “Buyurun” dedim biraz merak biraz şaşkınlık içinde. Hoca biraz sessizlikten sonra başladı Veysel Karani hazretlerinin hayatını anlatmaya. Arada bir bana bakıyor ama daha ziyade gözleri kapalı, huşu içinde, büyük bir aşk ile anlattıkça anlatıyor. Giderek sıkılıyorum ama konuşmasını kesemiyorum, araya giremiyorum. Bir anlam da veremiyorum bunları bana niye anlattığına. Bekliyorum sadece, söylediklerini ya pek dinlemiyorum ya da pek anlayamıyorum. Bu konuşma nasıl bitecek diye meraklanıyorum. Bir şey mi isteyecek acaba? Anlattı, anlattı, anlattı… Belki yarım saatten fazla anlattı. Sonunda bitirdi. Merakla bakıyorum yüzüne. Ne diyecek? Ne isteyecek?
Hiçbir şey istemedi. Burayı çok net hatırlamıyorum ama, galiba “Allah’ın selamı üzerinize olsun” gibi bir şeyler dedi ve döndü, merdivenlerden yavaş yavaş inip gitti.
Döndüm, masama oturdum. Şaşkınlık, merak ve biraz da korku içindeyim. Bu ne idi ki şimdi? Bunun anlamı ne? Bu hoca neden bana geldi? Neden bana Veysel Karani hazretlerinin çöllerde geçen hikayelerini anlattı. Bu bana ilahi bir mesaj mı? Yanlış bir yola mı saptım da onun için yüce Allah’ım bana uyarı mesajı mı yolladı? Bugün dahi bu merakımı giderebilmiş, bu sorulara cevap bulabilmiş değilim. …
Dedim ya batıl inancım yoktur, hurafelere de inanmam. İşte o bahsettiğim çocukluk yıllarımda, büyüklerden istihare diye bir şey duyuyorum. Hafızamda yanlış kalmadıysa, Meliha teyzem anlatmıştı sanıyorum; köyümüzün Tömentarla denilen mahallesinde oturan komşularımızdan bir kadın, bir altınını kaybetmiş. Günlerce aramış bulamamış. O tarihlerde bir altın çok kıymetli. Neyse, bir gece rüyasında, altının dış kapının önündeki taşın altında olduğunu görmüş. Sabah kalkar kalkmaz koşmuş kapıya, taşı kaldırmış ve altın orada. Yani bir insan, tabii ki Allah’ın sevdiği bir kulu olacak, çok isterse, istediğini rüyasında Allah ona gösterirmiş. Buna istihareye yatmak denirmiş.
Bir gece başımı yastığa koydum, gözlerimi kapadım “Allah’ım bana evleneceğim kızı göster” diye dua ede ede uyudum. O gece rüyamda, Sabahat adında, siyah beyaz, silik bir kız çocuğu resmi gördüm. Sabah uyandığımda, rüyamda gördüğüm o resmi çok net hatırlıyordum ama kız kimdi? Bizim köyde, bizim okulda bir Sabahat vardı ama, rüyamda gördüğüm kızın resmi bizim köydeki Sabahat’a hiç benzemiyordu. Üstünde durmadım, kimseye de anlatmadım. İleriki yıllarda da akla mantığa uymayan hiçbir hurafeye inanmadım ve halen de inanmıyorum ancak ben o rüyamda resmini gördüğüm Sabahat’la 38 yıllık evliyim. Bunun da birkaç sene önce farkına vardım.
Her insan yaşamı sürecinde, mantıklı açıklamasını yapamadığı şeyler yaşar. Belki her insan değil de, bazıları yaşar benim gibi. O zaman da “Neden ben?” diye sormak şart mı? Değil bence.